Ulan Yobazlar, dinciliğin dinsizlik, milliyetçiliğin demokrasi düşmanlığı olduğunu ne zaman anlayacaksınız?
Mesut Yılmaz Özal'dan sonra başbakan olunca Avrupa Birliğine "40 yıldır bizi kapınızda bekletiyorsunuz, üyeliğe almayacaksanız almayın, siz bir hıristiyanlar kulübüsünüz zaten" diye fırça atmaya kalkışmıştı. Tabii ki o lafı beton bir duvara toslamıştı. Ondan sonra gelen hükümetler çeşitli siyasi akımlardan gelseler de zihniyet bakımından fazla bir farkları yoktu.
Şimdi ise 55 yıl oldu kapılarında üyelik için beklediğimiz. O zamanlar ve Erdoğan başbakanlığında da belirli bir tarihe kadar her hükümet başkanı ve bakanları generallerin gölgesine sinmişlerdi. Onların korkusundan ve onların hoşuna gitmeyecek konularda vık diyemiyorlardı.
1991 yılındaki körfez savaşında ırkçı faşist bir zihniyete saplanan generallerin Kürt sözcüğünü duymak bile istemediklerini dünyadan haberdar olan herkes biliyor. Yalaka medya Irak Kürdistanından veya Kürtleden bahsederken "Kuzey Iraklı Muhalifler" diyordu. Generaller de "orada oluşacak bir oluşum bizim için bir savaş nedenidir" deyip sadece oranın değil, bütün dünya Kürtlerini tehdit ediyorlardı. Ora dedikleri kuzey Irak Kürt bölgesi, faşistler kudursalar da Irak Kürdistanı. Oluşum demekle de orada bağımsız veya otonom bir Kürdistan devleti kurulsa demek istiyorlardı.
Bu ülkenin demokratları, sosyal demokratları veya sahte solcuları hem içten gelen bir duyguyla ve hem de generallerin korkusundan milliyetçilik taslıyorlardı. Ayıba kaçmasın diye daha ılımlı bir deyimle ulusalcı geçiniyorlardı ve halen de öyle. Tabii ki her milliyetçi Türk, aynı zamanda da Kürt düşmanlığına yeminli. Milliyetçiliğe ulusalcı da desen AB ülkelerinde karşılığı ırkçı faşist ve demokrasi düşmanı. Yeni akım ırkçılığa buralardan da daha ılımlı bir diplomatik dille popülist deniyor. Diktatörlere veya bu hevesi olanlara otokrat deniyor diplomaside. Sıkı bir devlet yönetimi yaptıklarını lanse eden Erdoğan gibi diktatörleri içten lanetleseler de efendice "otoriter rejim" veya "daha fazla otoriterleşmeye doğru gidiyor" deniyor.
Bu türden diplomatik bir dil bizim art niyetli siyasiler için yabancı sözcükler. Çavuşoğlu ağzından çıkan lafı kulağı duymazcasına utanmadan Almanya dışişleri bakanı ve yarının cumhurbaşkanına "siz teröristleri besliyorsunuz" diye küstahça ve kaba bir şekilde uluorta bir suçlamada bulunuyor. Hem de adamın "demokratik seçimlerle seçilen Kürt milletvekillerini nasıl hapse atarsınız" hatırlatmasına fırsat vermeden.
Ve yine hiç de sıkılmadan astronomik bir rakam ortaya atıyor ve "siz Almanya'da 4.500 PKK teröristi hakkında davalar açmışsınız. Değillerse niye davalar açıyorsunuz" diye afaki bir soru soruyor. Almanya dışişleri bakanı Walter Steinmeier'in bu istatistiki davalardan haberi olduğunu pek zannetmiyorum. Almanya medyasını iyi takip eden birisi olarak ben de böyle bir şey hayatta duymamıştım ve bu kadar davalar olduğunu bilmiyordum.
Anlaşılan buralarda at koşturan MİT ajanları önüne gelen Kürd'ü PKK teröristi diye ispiyonluyor ve aslı astarı olmayan davalar açılıyor ama, daha ilk duruşmada beratla sonuçlanıyor. Sen birisine devlet olarak çamur at ve izi kalır de. Ve istatistiğini de kendin tut. Aslı olmayan bir ispiyonlamayı Almanya'da sıradan biri bir mahkemeye veya savcılığa yapsa "ha siktir" der ve hiç kaale bile almazlar. Ama bunu kendisine iş edinen devlet Türkiye yapmışsa, herhalde "hasstir" çekmezler ve davayı veya soruşturmayı ciddiye alarak dava açarlar. Sonuçta bir şey çıkmasa da bizim ırkçı medya ve siyasiler için bir tutanak.
Ben Malatya'da oturduğum semtte akşam caddeden birkaç fotograf çekerken birisi bana ne için çektiğimi sormuştu. Ben de sana ne ulan, sana hesap mı vereceğim diye sordum. Aradan beş dakka geçmeden bir polis arabası geldi ve iki polis de bana ne için fotograf çektiğimi sordular. Onlara da "bu soruyu sormak bile ayıp" dedim. "Hırsıza, sahtekara bir şeyler sorabilirsiniz ama gazetecilere soru sormak haddinize düşer mi" demiştim. Tesadüfen efendi insanlarmış polisler, sormaya mahçup da oldular. Onlara "ben de size bir soru sormak istiyorum" dedim. "Hal hareketlerimden mi şüphelenip geldiniz soru sormaya, yoksa birileri telefonla benim hakkımda ispiyonculukta mı bulundu" diye sordum. Telefonla birileri söylemiş diye cevapladı. "Peki sizler o telefon edene -hassiktir- diyemezmiydiniz" diye sordum. Kanı beş para etmeyecek zibidinin biri polisi parmağının ucuyla harekete geçirebiliyorsa o polisin kendisine göre bir onuru, bir ağırlığı yok mu?
Bizde seçme ve seçilme hakkı varsa işte ona demokrasi denir sanıyorlar. Üstelik de Kürtlerin altı milyon oyunu da zul saydıkları halde.
Demokratik ülkelerde bir insanın polisçe gözaltına alınabilmesi için hakkında gerçekten de şiddet içeren, taşkınlık gösterebilecek birisi olmalı. 80'e yakın yaşıyla gazeteci Aydın Engin'in koluna girmiş hızla çekiştiriyor polis. Bu ve benzeri bir hareket Almanya gibi demokratik bir ülkede yapılsa, bırak içişleri bakanını hükümet bile düşer.
Can Dündar'a Almanya'da verilen değere bozuluyorlar ve bunu dışişleri bakanı da Almanya dışişleri bakanına utanmadan söylüyor. Sanki ülkede emir ve talimatla kalkıp oturmayan bağımsız bir yargı sistemi varımış gibi. Polis içişleri bakanının emri ve eli altında. Peki ya savcılar? Nasıl oluyor da bir düğmeye basmakla çeşitli illerde aynı anda 10 kadar HDP milletvekillerinin evlerine düşmanca ve kabaca baskılar düzenleniyor ve savcılarca tutuklama talebinde bulunuluyor?
Ahmet Altan "12 gün Terörle Mücadele dairesinin bodrumunda rehin tutulduk. Ne ile suçlandığımızı da bilmiyoruz" diyor. Altanlar, Cumhuriyet gazetecileri ve HDP milletvekillerini polislerin ayılamasına yaka paça içeriye tıkmaları demokrasi ve insan hak ve özgürlüklerinin hangi kuralına göre?
Demokratik ülkelerde de prosedür böyle mi işliyor? Buralarda hakkında şüphelenilen şahsa savcılık bir yazıyla tebligat yapar ve ne ile suçlandığını da yazısında belirtir ki ifadeye hazırlıklı gelsin. Eğer savcının verdiği tarih ve saatta davet edilenin başka bir randevusu varsa savcıya telefonla o tarihin de değiştirilebileceği bildiriliyor.
1996 yılında AB ülkelerine Gümrük Birliğine alındı Türkiye. Kendisi bu ülkelere gümrüksüz ve vergisiz mal ihraç ediyor. Ama oralardan gelen, ithal edilen bir otomobil 50 bin euro değerindeyse alınan vergilerle dört katına, yani 200 bin euroya patlıyor. Çünkü devletçe alınan paranın adı gümrük vergisi değil, vergi vergisi, kadeve ve kadevenin kadevesi, dalevere, dubara.
Eğer bir insan müslümanlık taslıyorsa, bil ki o müslüman değil, münafık ve dini sahtekarlığına maske olarak kullanıyor. Almanya'nın Würzburg şehrinde "delavere" meydanı diye bir yer var. Eskiden at pazarı imiş. Ve türklerden delavereyi öğrendikleri için adını da Türkçe olarak Alman diline yerleştirmişler. Ve böylece Almanca diline bu sözcük de katılarak dilde bir zenginlik meydana gelmiş. Tramvayla giderken bu ad delavere oranın tramvay durağı diye anons ediliyor.
|